EĞİTM POLİTİKASI

İnsanı diğer canlılardan ayıran tek özelliği yaratıcı (üretken) olmasıdır. Bir insanın bir bitkiden veya bir hayvandan farkı; yeryüzünde doğal olarak var olanların dışındaki her şeyin insan tarafından üretilmiş ve yaratılmış olmasıdır. Basit bir kalemden, bilgisayara, binalardan köprülere, küçük fabrikalardan dev işletmelere kadar her şey insan ürünüdür. En akıllı hayvan bile herhangi bir tohumu ekip ondan ürün elde etmeyi bu güne kadar ne akıl etmiş ne de başarabilmiştir.

İnsanın bu yaratıcılığı da sosyal bir varlık olmasından kaynaklanmaktadır. Bir insan ne kadar zeki, bilgili, becerikli olursa olsun tek başına bu yarattıklarının en basitini bile yaratamazdı. Bu nedenle insanı toplumsal yaşamından soyutlayarak değerlendirmek doğru sonuçlar vermez.

Üretim ilişkileri dediğimiz bu ilişkiler, aynı zamanda üst yapı denilen eğitim, din, sosyal ilişkiler vb. belirler. Üst yapı ilişkilerinden en başat olanı eğitimdir. Çünkü eğitim ile bu ilişkilerin kurumsallaşması sağlanarak yaşam biçimi haline getirilir. Eğitimle hem geçmişte edinilen kültür yeni kuşaklara aktarılarak devamı sağlanır hem de var olan üretim ilişkilerinin devamını sağlayacak ilişkiler yeniden üretilir. İşte nasıl bir insan istiyoruz sorusuna verilen yanıt eğitim politikasını belirler.

Bizim içinde var olduğumuz kapitalist sistemin son aşaması olan emperyalist evrede nasıl bir insan isteniyor; sormayan, sorgulamayan, verilenle yetinen, mevcut otoriteye itaat eden, neden sonuç ilişkisi kurmayan, inisiyatif almayan, kendisinden başkasını düşünmeyen hatta kendisini de mevcut otoritenin çizdiği sınırlılıklarla bağlayan, özne olmak yerine nesne olmayı yeğleyen bir insan. O zaman eğitim politikamızın bilimsel, laik, demokratik olması sadece kağıt üzerinde olmalı ki bir çelişki oluşturmasın. Anayasanın ilgili maddeleri, temel eğitim kanunu, eğitimle ilgili yönetmelik, genelge vb. düzenlemeler incelendiğinde bu durum görülebilir.

Ülkemizdeki eğitim politikalarının oluşturulmasına bu gözle baktığımızda; Birinci Dünya Paylaşım Savaşı sonrasında yenilenler paylaşımın bitmediğini belirterek yeniden paylaşmak için gerekli hazırlıklara başladıklarında bizim gibi ülkeler de kendi ekonomik bağımsızlıklarını sağlamak amacıyla mevcut öz varlıklarını harekete geçirme çabasına giriştiler. O dönemde ülkemizin topraktan başka bir öz varlığı ne yazık ki bulunmamaktadır. Ticaret ve diğer sermaye azınlıkların elinde birikmiş durumdadır. İşte bu öz kaynağı kullanarak bağımsız ekonomik bir durum elde etmek için üretime dönük eğitim politikası uygulanmalıydı ve öyle oldu.

Kasım 1928 alfabenin değişmesiyle birlikte (Arap harflerinin yerine Latin harflerinin kabul edilmesi) ülkedeki okuryazar oranı sıfırlanmıştır. Kaldı ki okuryazar oranı da yüzde onlar civarındadır yani farklı bakış açılarıyla değerlendirme yapan bazı kişilerin ileri sürdüğü gibi “var olan yetişmiş eğitimli insan gücü de yok edildi” iddiası doğru değildir. Eğitim bilimciler uygulanan eğitim politikası sonucu ürünün yirmi yirmibeş yıl içerisinde alınacağını ileri sürmektedirler. Ülkemizde de 1928-1947 yılları arsı 19-20 yıllık dönemi ele alırsak uygulanan politikanın üretime dönük bir eğitim ve üretken bir insan istediği ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda bugünkü durumla 1928-1947 yılları arsı 19-20 yıllık dönemi karşılaştırdığımızda; okulların, il milli eğitim müdürlüklerinin, ilçe milli eğitim müdürlüklerinin ve yaygın eğitim kurumlarının binalarının çoğunun ahırdan, komdan bozma binalar olduğunu, kullanılan araç-gerecin bu günkünün binde biri bile olmadığını, ısınma, aydınlanma ve bilgiye erişimin karşılaştırılmayacak kadar kötü olduğunu her hangi bir veriye gerek olmaksızın sadece kendi okul yaşantımızı anımsadığımızda görebiliriz. İyi de bu kadar yoksunluğa rağmen çıkan ürüne baktığımızda; ülkemizi uluslararası düzeyde temsil edecek şair, yazar, senarist, bilim insanı, sanatçı vb. kişilerin kimler olması gerektiğini kendimize sorduğumuzda aklımızdan geçen kişilerin en az yüzde ellisinden fazlasının bu dönemde eğitim aldığını (yetiştiğini) göreceğiz.

Eğer herhangi bir şeyi, anlamını ve nerede işe yaradığını, yaşamdaki karşılığının ne olduğunu kavrayamazsak öğrenmenin gerçekleşmeyeceğini biliyoruz. Öğrenilen bilgi, bir başka problemin çözümüne taşınabiliyorsa, yeniden yapılandırılabiliyorsa, yeni durumlara uygulanabiliyorsa, ilişki kurulabiliyorsa öğrenme gerçekleşiyor. Bundan dolayı verilenle yetinen, biat eden, itiraz etmeyen, sorgulamayan bireylerin yetişmesi için ezbere dayalı nakilci eğitim yöntemi izleniyor.

İsmail Hakkı TONGUÇ, “Bilgilerimizin kaynağı doğadır. İnsan elini ve beynini kullanarak doğadan edindiği ve ürettiği bilgileri bilimsel bilgiye dönüştürür. Köy Enstitülerinde yetiştirilen çocuklar, skolâstiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Onların kültürleri cila şeklinde ezberlenerek benimsenmiş bilgi değil, iş içinde iş aracılığıyla öğrenilen gerçek ve öz bilgidir” ve Ataol Behramoğlu “Herhangi bir bilimsel olguyu, örneğin evrim kuramını kabul etmeyebilirsiniz. Kişisel olarak buna hakkınız vardır. Bu sizin kişisel varoluşunuz konusundaki inancınızdır. Yanlış da olsa, sizi, sizin kişisel varoluşunuzu ilgilendiren kanaatinizdir. Fakat bilimsel olmayan bir inanışı kamusal alana taşıdığınızda toplumsal anlamda yanlış bir şey yapıyor, daha ileri aşamalarda da bir suç işliyorsunuz demektir”. Diyerek akıl ve bilimin eğitimdeki önemini vurgulamaktadırlar.

Bu gün yetiştirdiğimiz ve kendilerine yabancılaştırarak birer yarış atı haline getirdiğimiz, girdikleri sınavlarda sorulan soruların tümünü yanıtlayan çocuklarımız yaşamda karşılaştıkları sorunlarla daha iyi baş edebiliyorlar mı? Üretkenler mi? Evrensel insani değerler olan; yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma içinde, emeği en yüce değer olarak gören, kendi için istediğini başkaları içinde amasız, fakatsız hiçbir koşula bağlamadan isteyen, hak, hukuk ve adaletten yana bir tutum mu sergiliyorlar? Yoksa çarkın en uyumlu dişlilerinden biri mi olmuşlar? Üzgünüm ama vereceğimiz yanıt ne yazık ki ikinci seçenek olmaktadır. İşte nasıl bir insan istiyoruzun eğitim politikasındaki yansıması budur.

Eğitim politikamız ülkemizde yaşayan halkların gereksinim ve çıkarları gözetilerek, yeryuvarlağı üzerindeki matematik ve coğrafi konumumuz ile mevcut kaynaklarımızın değerlendirilmesi açısından belirlenseydi üretime dönük bir yol izlenirdi. Karar mekanizmasında yer alanlar bu somut durumu gizlemek için sorunu gerçek kaynağından saptırmak ve onun üzerini örtmek için yapay sorunlar ortaya atıyorlar. Başka ülkelerin eğitimdeki başarılarını örnek gösteriyorlar. Halbuki örnek gösterdikleri ülkelerde uygulanan eğitim politikaları 1928-1947 döneminde uyguladığımızı bilerek unutuyorlar ve unutturmaya çalışıyorlar, unutmak istemeyip araştırmaya, gün yüzüne çıkarmaya çalışanları cezalandırıyorlar. Halbuki o dönem uygulanan eğitim politikaları incelenip günümüz koşullarına uyarlansa çocuklarımız kendine yabancılaşmayacak birer özne olarak özgür, demokratik, laik bir yaşam biçimi edinecekler. Yönetenler çok iyi bilirler ki böyle bir insanı biat ettirtmek zordur, hatta olanaksızdır. Bu yaşam biçimini içselleştirmiş bir öğrenci, öğretmen, idareci veya diğer iş görenlere Fatih Projesi adı altında ülke kaynaklarının uluslararası tekellerin hizmetine sunulmasının ülkenin eğitim öğretim başarısını artıracağı algısını benimsetemezsiniz. Eğitim bilimi ile azcık ilişkisi olan her insan bilir ki, okuryazarlık en basit anlamıyla; okuduğunu anlama, anlamlandırma, önceki öğrenmeleri ile ilişkilendirme, neden sonuç ilişkisi kurarak bir sonuca ulaşmadır. Aslında Kapitalizm bu anlamda bir okuryazarlık istemediği için daha az okumamızı, daha fazla seyretmemizi ve dinlememizi istemektedir. Görsel ve işitsel olarak bu kadar yükselme, görmenin ve işitmenin yükselmesi değil de sadece sistemin yararına olan şeylerin görülmesi ve işitilmesi anlamına gelmektedir. Israrla her birimizin bir biriyle olan ilişkilerini yok ederek birer sanal dünya yaratılmasının nedenini burada aramalıyız.

Gerçek sorun ne kadar gizlenmeye çalışılsa da bütün meselenin üretim ilişkilerinden kaynaklandığı her fırsatta kendini göstermektedir. Ülkedeki karar mekanizmalarında yer alanlar uluslararsı tekellerin ülkemizdeki komisyoncuları durumunda olduklarından dolayı bu doğrultuda eğitim politikaları belirleniyor. Ülkenin kaynakları ve ülkede yaşayan halkların ihtiyaçları temel alınmadan belirlenen bu politikalarla yaratan, üreten, kendi çıkarlarını toplumsal çıkarların üzerinde gözetmeyen bireyler yetiştirmek olası değildir.

İnsan bir şeyi merak ediyorsa ve/veya ona gereksinim duyuyorsa öğrenir. Kişiye ihtiyacı olmayan veya merakını uyandırmayan bir şeyi öğretemeyiz. Zorla öğretmeye kalktığımızda da mış gibi yapar. Gerçekten öğrenmez sadece o anki duruma göre pragmatik (Yararcı) tavır, tutum ve davranış sergiler. Yine öğrenme yakından uzağa, bilinenden bilinmeyene doğru bir seyir izler. Bütün öğretim stratejileri, yöntem ve teknikleri bu temel ilkeden hareket ederler. Yasalarımızda da…. Her öğrencinin; ilgi, istek ve kabiliyeti doğrultusunda yaparak, yaşayarak yetiştirileceği vurgulanmıştır. Ancak pratikte 1928-1948 yılları arası hariç olmak üzere uygulanmaması için her yola başvurulur. Okul binaları (Atölye, laboratuar, spor salonu, müzik salonu, görsel sanatlar salonu, yüzme havuzu) buna göre yapılmaz, öğretmen buna göre yetiştirilmez, müfredat buna göre hazırlanmaz, denetim buna göre yaptırılmaz, veli buna göre bilinçlendirilmez. Veliler toplumsal statüleri, eğitim düzeyleri, ekonomik durumları vb. ne olursa olsun nerdeyse hemen hepsi çocuğunun üretmeden en kısa yoldan başkalarının ürettiklerine el koymasını sağlayacak bir alanda eğitim almasını ister ve bu algı sistem tarafından sürekli olarak yeniden üretilir. Hâlbuki üreten olmadan neyi paylaşacağımızı düşünmeyiz.

Öğretim programları hazırlanırken sadece sistemin kesintiye uğramadan en iyi şekilde devam etmesini sağlayacak koşullar göz önüne alınır. Öğretim programlarının başlangıçlarında yer alan ilkelerin hemen hemen hiç birisine pratikte yer verilmez. Örneğin Bilimsellik ilkesini ele alalım. Öğrenci evrim kuramından bahsedebilir mi? Bahsetse öğretmen olumlu geri bildirimde bulunabilir mi? Bulunduğunda sınıftaki diğer öğrencilerden biri evde anlattığında veli okul idaresine gelip şikayetçi olduğunda karar mekanizmalarının herhangi bir kademesinde yer alanlardan kaçı bunun bilimsel bir veri olduğunu belirtebilir? Bu duruma bizzat alanda yaptığım çalışmayla tanığım. Bir ilde çalışırken denetimlerde 4. Ve 5. Sınıflarda Canlılar ve Hayat Ünitesi kapsamında öğrencilere, canlıları; mantarlar, mikrobiyolojik canlılar, bitkiler ve hayvanlar diye sınıflandırmışsınız, ben de bir canlı olduğuma göre hangi sınıfta yer almaktayım şeklinde bir soru yönelttiğimde kırk okuldan sadece iki okuldaki öğrenciler, insanların hayvanlar sınıfında yer aldığını söylediler. Diğer okullardaki öğrenciler insanların Adem ile Havva’dan geldiğini belirttiler. Eşitlik ilkesinde her öğrencinin eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanacağı vurgulanır, gerçek yaşamda ise her öğrenci, ailesinin üretim araçları karşısındaki konumuna uygun bir eğitim fırsatından yararlanır. Aile üretim araçlarına sahipse, maddi durumu iyiyse, kurumsallaşmış, okul kültürü oluşmuş hem fiziki olarak hem de eğitim düzeyi yüksek olan okulların bulunduğu semtte ev alabileceği için öğrenci de bu okullara gidecektir. Eğer bu semtlerde evi yoksa veya kira ödeyecek durumda değilse bu okullara gitme eşitliği bulunmamaktadır. Özel öğretim olanaklarından yararlanmayı işin içine katarsak ana rahmine düştüğü günden itibaren eşit olmadığı görülür.

Düzenli ve dengeli beslenen annenin çocuğu da daha iyi gelişecek, hamilelik boyunca gerekli kontrolleri yapılacak, doğumda herhangi bir olumsuzluk olmasın diye tam teşekküllü bir hastanede ve uzman ellerde doğum gerçekleşecek, dünyaya geldikten sonra en iyi koşullarda yetişmeye başlayacak, ailesi onu parklara, bahçelere, gezmelere, çocuk oyunlarına vb. götürecek zihinsel gelişimi için gelişim ödevlerine uygun araç-gereci temin edilecek, sosyal becerilerinin artması için tiyatroya sinemaya götürülecek, çeşitli aktivitelere katılması sağlanacak, becerilerinin geliştirilmesi için kurslara gönderilecek, özel öğretmenler tarafından eğitilecek ve Anaokuluna gönderilecek. Bunları yapabilmesi için gerekli paraya sahip olması gerekmektedir. Aslında eşitliğin kağıt üzerinde hiçbir geçerliliğinin olmadığı ancak üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle yani yer altı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının herkesin ortak malı olmasıyla sağlanacağı ortaya çıkmaktadır.

Çocuk okula öğrenme isteğiyle başlar, ancak sistem onun bu isteğini süreç içerisinde yok etme üzerine kurulmuştur. Okula başlar başlamaz hemen kuralların olduğu sezdirilir ve çocuğun merakı törpülenmeye başlar. Halbuki okulun birlikte etkinliklerin yaşanacağı bir öğrenme ortamı olduğu, emek ve zaman kaybını önlemek, rastgeleliği ortadan kaldırmak için belli kuralların olması gerektiğini yeri ve zamanı geldiğinde öğrencilerle tartışarak bunları belirlesek, çocuk kendini bu topluluğun değerli bir üyesi olduğunu, karar mekanizmasında yer aldığını ona rağmen bir şey yapılamayacağı fikrini edinecektir. Öğretmeni emreden, belirleyici, otorite ve bir baskı gücü olarak değil de birlikte öğrenen, kendi bilgi, birikim ve deneyimleriyle alternatifler sunan bir lider/arkadaş olarak görecektir. Bu durum çocukta eşitlik, değerlilik, özgürlük duygusunu geliştirerek yaratıcılığını ve üretkenliğini artırarak otokontrol sağlamasına katkı yaparak eğitim öğretim ortamında edilgen konumdan etken bir konuma geçecektir.

Dr. M. Fatih Taşar’ın İngilizce’den Çevirdiği; Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde okula giden bir küçük çocuk vardı. O küçücüktü okul da koskocaman, küçük çocuk, avluya açılan bir kapıdan geçip, sınıfına hemencecik girebileceğini öğrenince mutlu oldu ve, gözünde okul ona artık koskocaman gözükmedi. Bir sabah artık uzunca bir süredir küçük çocuk okullu iken öğretmen dedi ki: ‘Bugün bir resim çizeceğiz.’ ‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk. Resim yapmasını severdi. Bir sürü resim çizebilirdi: Aslanlar, kaplanlar, tavuklar, inekler, trenler, gemiler. Hemen pastel boya kutusunu çıkarıverdi ve çizmeye koyuldu. Fakat öğretmen seslendi: ‘Bekleyin! Daha hemen başlamayın!’ Herkesi süzdü, hazırlar mı diye baktı. Şimdi’ dedi öğretmen, ‘Çiçekler çizeceğiz.’ ‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk. Çiçek çizmeyi çok severdi. Ve güzel mi güzel çiçekler çizmeye başladı. Pembe ve mavi ve turuncu boyalarıyla. Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen. ‘Ben göstereceğim size nasıl çizeceğinizi.’ Onunki kırmızıydı, yeşil saplı. ‘Haydi’ dedi öğretmen. ‘Artık başlayabilirsiniz.’ Küçük çocuk, öğretmenin çiçeğine baktı. Sonra da kendi çiçeğine. Kendi çiçeğini öğretmeninkinden daha çok sevmişti, fakat bunu söyleyemedi, defterindeki sayfayı çevirdi ve öğretmeninkine benzer bir çiçek çizdi. Kırmızıydı, yeşil saplı. Başka bir gün, Küçük çocuk kapıyı dışardan Kendi başına açmıştı, Ve o anda öğretmen şöyle dedi: ‘Bugün killi çamurla birşeyler yapacağız.’ ‘Ne güzel!’ diye düşündü küçük çocuk. Killi çamurla oynamayı severdi. Killi çamurdan bir sürü şey yapabiliyordu: Yılanlar ve kardan adam, filler ve fareler, arabalar ve kamyonlar. Ve killi çamura elini uzattı. Bir avuç almak için çekiştirirken çamuru, öğretmen dedi ki: ‘Bekleyin! Daha başlama zamanı gelmedi!’ Herkesi süzüp, hazırlar mı diye baktı. Şimdi’ dedi öğretmen, ‘Bir kap yapacağız.’ ‘Ne hoş’ dedi küçük çocuk. Kap yapmayı çok severdi. Ve her boyda türlü şekillerde kaplar yapmaya başladı. Fakat ‘Bekleyin!’ dedi öğretmen. ‘Ben göstereceğim size nasıl yapacağınızı.’ Ve herkese gösterdi, derin bir kabın nasıl yapılacağını. ‘Haydi’ dedi öğretmen. ‘Artık başlayabilirsiniz.’Küçük çocuk öğretmenin kabına baktı. Sonra da kendininkine. Kendi yaptığı kabı öğretmeninkinden daha çok sevdi. Fakat birşey söylemedi. Elindeki killi çamuru bir top halinde yuvarladı yine. Ve öğretmeninki gibi bir kap yaptı. Derin bir kap. Ve çok geçmeden Küçük çocuk beklemeyi öğrendi. Ve izlemeyi. Ve tam öğretmeninki gibi şeyler yapmayı. Ve çok geçmeden kendi başına artık hiçbirşey yapmadı. Bir gün geldi Küçük çocuk ve ailesi Başka bir eve taşındılar, başka bir şehirde. Ve küçük çocuk başka bir okula gidiyordu tabii ki. Bu okul, öncekinden daha da büyüktü. Ve sınıfına avludan bir kapı da yoktu. Üst kata yüksek basamaklardan çıkmak zorundaydı. Ve uzun bir koridor boyunca gitmeliydi sınıfına. Ve daha ilk günü yeni okulunda, öğretmen seslendi ‘Bugün bir resim çizeceğiz.’ ‘Ne güzel!’ dedi küçük çocuk. Ve öğretmeni bekledi, ne yapılacağını söylemesi için. Fakat öğretmen, bir şey söylemedi. Sadece sınıfta sıraların arasında dolaştı. Küçük çocuğa geldiğinde ‘Sen resim çizmek istemiyor musun?’ dedi. ‘Evet.’ Dedi küçük çocuk, ‘Ne çizeceğiz?’ ‘Sen çizmeden, ben bilemem ki?’ dedi öğretmen. ‘Nasıl çizmemi istiyorsunuz?’ diye sordu küçük çocuk. ‘Niçin? Nasıl istiyorsan öyle.’ Dedi öğretmen. Ve her renk olabilir mi?’ diye sordu küçük çocuk. ‘Her renk’ dedi öğretmen. ‘Eğer herkes aynı resmi çizseydi ve aynı renkleri kullansaydı, kimin, neyi çizdiğini nasıl bilebilirdim. Ve hangisinin hangisi olduğunu.’ Bilmiyorum’ dedi küçük çocuk. Ve kırmızı bir çiçek çizmeye başladı, yeşil saplı.

İşte çocuğu bağımlı hale getirdiğimizde, üzerinde biz olmasak dahi bizim kazandırdığımız tutum ve davranışı sergilemeye devam edecektir. Eğitim sisteminin gerçek amacı bu durumu sürekli olarak üretmeyi sağlayacak eğitim politikaları, öğrenme stratejileri, program ve müfradatlar hazırlamaktır. Yoksa sistemin başında eğitimden anlamayan, pedogojik bilgisi olmayan kişi veya kişilerden kaynaklanmıyor.

Diyalektik bir bütünlük içinde; tez/anti tez ve sentezle oluşur. Herkes bir şeyi bekliyor. Kendiliğinden gelecek bir İyi’yi. Ama Spinoza yol gösteriyor: Hiçbirimiz yaşadığımız hayat içinde kaynağını bu dünya ya da bilebildiğimiz kadarıyla bu evrenden almamış herhangi bir şey, varlık ya da olayla karşılaşamayız. Bu nedenle doğanın sizlere verdiği gücü, yeti ve yetenekleri görün ve “erdemli bir etkinin kaynağı da siz olun” diyor.

Yusuf ŞENOL