HANGİ BİLGİ

Bilgi, insanın sosyal, kültürel, ekonomik, düşünsel olarak, kısacası yaşamda karşılaştığı sorunlarla baş edebilmesine katkıda bulunuyorsa anlamlıdır. Bir değer taşır. Yoksa hamallıktan başka bir şey değildir. Doğadaki olaylarda, toplumsal, sosyal ve ekonomik ilişkilerde, insan düşüncesinde, evrenin temel yasası olan zıtların birliği yasası işler. Yasada belirtilen karşıtlıklar hem birlik hem de mücadele halinde oldukları için her şeyi harekete ve değişmeye zorlarlar.

İnsanın üretim faaliyetleri, onun bütün öteki faaliyetlerinin belirleyicisidir. Maddi üretim faaliyeti içinde insan, doğa olaylarını, doğanın özelliklerini ve yasalarını, kendisi ile doğa arasındaki ilişkileri ve insan ile insan arasındaki ilişkileri anlamaya, kavramaya başlar.

Sömürenler, başkalarının emekleri üzerinden geçinenler, doğrudan veya kendilerine bağımlı hale getirdikleri kişi, kurum, kuruluşlar aracılığıyla; bilginin, insanın toplumsal varoluşundan ve tarihsel gelişiminden ayrı olduğu yanlışını öne çıkararak, bilginin üretime ve üretici güçler ile üretim ilişkileri arsındaki mücadeleye bağımlılığını ortadan kaldırmaya, gizlemeye çalışmaktadırlar. İnsanların gerçek bilgiye ulaşmalarını istememektedirler. Kendilerine hizmet edecek, sömürü düzeninin devamını sağlayacak ve yeniden üretecek bilgileri gerçek bilgi olarak sunmaktadırlar.

İnsan bilgisi, doğrudan doğruya ve dolaylı denemelerden oluşur. Bilgi sürecinin ilk adımı, dış dünya ile temasa geçmek ve beş duyusuyla algılama yapmasıdır. İkinci adım, edindiği algıları daha önceki bilgileriyle yeniden düzenleyerek sentezleyebilmektir. Bu sentezleme sonucunda kavramlar oluşturma, bir yargıya varma ve çıkarsamada bulunmadır. Bunu diyalektik bir bütünlük içinde yanlışları ayırıp, doğruları seçerek, bir noktadan ötekine adım adım ilerleyerek, dıştan içe doğru yürüyerek, bir kavramlar ve teoriler sistemi kurmak, algısal bilgiden akla-uygun bilgiye atlaması izler. İnsan bilgisi genelden özele ve özelden genele doğru diyalektik bir bütünlük içinde gelişir ve gitgide daha fazla derinleşir.

Çocuk ülkemizin bir yarımada ülkesi olduğu bilgisini, harita üzerinde, yerküre üzerinde, çeşitli diğer görsellerden yararlanarak algıladıktan sonra, madem ülkemizin üç tarafı sularla çevrili neden yük ve yolcu taşımacılığımızın yüzde ellisinden fazlasının suyollarıyla yapılmadığını veya neden soframızdaki besinlerin belli bir kısmının deniz ürünlerinden oluşmadığını, ülkesinin, aynı coğrafya ve iklim şartlarına sahip olan bir diğer ülkenin gelişmesinden çok geri olduğunu ülkeler arasındaki bağımlılıktan kaynaklandığını, küresel ısınmanın sebebinin teknoloji ve uygarlık değil de bir avuç insanın kar hırsı olduğunu, ürettiğimiz bitkilerin tohumlarından neden gelecek yıl ekeceğimiz tohumu ayıramadığımızı, ekolojik dengenin (işçiler, emeğiyle geçinen köylüler, işsizler, öğrenciler, küçük esnaflar, küçük memurlar tarafından bozulmadığını) kimler tarafından ne uğruna bozulduğunu…….. irdelemiyorsa/ irdelettirilmiyorsa edindiği bilginin hiçbir anlamı kalmaz.

Üretim araçlarına sahip olanlar ve onlara hizmet edenler, çocuklara, gençlere ve eğitimden geçirdikleri hiçbir bireye bu tür gerçek bilgileri vermezler ve verilmesini şu veya bu yolla yasaklarlar. Bu bilgilerin vatan hainliği, din ve millet düşmanlığı, bayrağa ve ulusal marşa saygısızlık ile aynı anlama geldiğini ve bunlardan uzak durulması gerektiğini, uzak durmayanların cezalandırılacağı algısını öyle pekiştirir ki izin verdiği veya önerdiği yazılı kaynaklarda olmasına rağmen onlardan bahsetmeyi çoğu kişi göze alamaz ve tabu olarak benimsenir. Örneğin Kemal DEMİRAY tarafından hazırlanmış Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayımlar Genel Müdürlüğünün 4/8/1982 Tarih ve 6559 sayılı yazılarıyla kaynak kitap olarak tavsiye edilmiş Temel Türkçe Sözlükte; “Demokrasi: 1.Halkın kendisini yönetmesi ya da halkın halk adına yönetilmesi. 2.İnsanın saygınlığına değer veren, kişilerin karşılıklı anlayış içinde bir birlerine özgürlük tanımalarını ve bunun için sorumluluk duymalarını birlikte yaşamanın temeli olarak alan yaşama biçimi” olarak tanımlanmasına rağmen öğretmenlerin bu kavramı sınıfta, derste işlemeleri veya açıklamaları bedel ödemeyi gerektirmektedir.

Demokrasinin en temel koşullarından birinin seçme ve seçilme hakkı olduğu ve bu hakkın bulunduğu yönetimlerin/ülkelerin demokratik bir yapıya sahip olduğu ders kitaplarında yazılır, öğretmen tarafından vurgulanır ancak bu hakkı kimlerin nasıl kullandığı veya kimlerin neden kullanamadığı sorgulan(a)maz. Sorgulandığında sınıfsal ilişkiler ortaya çıkar o zaman da gerçek demokrasinin ne olduğu anlaşılmaya ve mevcut durum sorgulanmaya başlar ki bu sınıflı toplumlarda yönetenlerin en büyük kâbusudur. Bir de çocuk sosyalizmin, toplumun yararını ve refahını, tasarlanmış bir örgütlenme ile kişisel yararların üstünde tutan sosyal öğreti olduğunu ve Komünizmin; Özel mülkiyetin kaldırılarak sınıfsız bir toplum yaratmayı öngören yönetim biçimi olduğunu öğrenirse savaştan yana olabilir mi? Savaşların zenginler tarafından çıkarıldığını ancak savaşlarda ölenlerin hep fakirler olduğunu anlamaz mı? Ülkeleri yönetenlerin silahlanmaya bir yılda iki katirlyon dolar harcarken, insanlar açlıktan ölmesin diye sadece üçyüz milyar dolar bulamadıklarını, dünyadaki üçbuçuk milyar insanın sahip olduğu malvarlığına sadece altı kişinin sahip olduğunu öğrenirlerse kendilerine uygun yönetim biçiminin kapitalizm olmadığını anlamazlar mı? Bu nedenle bilgi diye verilen şeylerin mevcut sistemin devamını sağlayacak ve onu sürekli üretecek yalanlardan oluşturulması gerekmektedir.

Herhangi bir toplumda eğitim, toplumun ekonomik, sosyal ve politik gereksinimlerini karşılamak için geleceğin kuşaklarını yetiştirmede önemli bir rol oynar. Fakat bu gereksinimler sıklıkla iddia edildiği gibi tarafsız değildir. Bu gereksinimler, bir toplumdaki ekonomik sistemin ve diğer yapıların parçası ve bileşenidirler. Paulo Freire’nin çok güzel ifade ettiği gibi eğitim; politik bir etkinliktir, çoğu zaman da insanları uysallaştırmak için insanlıktan çıkarıcı rol oynar ama toplumu ve bireyleri dönüştürme gücüne de sahiptir. Bu nedenle herkes üretim araçlarına sahip olma derecesinde eğitim olanaklarından yararlanır. Okullar ona göre dizayn edilir; okulların bir kısmında çok iyi eğitim verilirken bir kısmında çok kötü eğitim verilmektedir ve başarı farkı çok büyüktür. Bunu doğuran gerçek neden, çelişki gizlenir ve son zamanlarda hep Finlandiya’nın eğitimdeki başarısı örnek gösterilir ancak; “Finlandiya başarı farkının dünyada en az olduğu ülkedir. Finlandiya’da özel okul yoktur, bütün okullar devlet okuludur. Hepsi hemen hemen aynı kalitede eğitim vermektedir. Anne babalar çocuklarının gideceği okulu seçerlerken bir yarış veya arayış içine girmezler. Çocukları kendi mahallelerindeki okula gönderirler çünkü kendi mahallerindeki okulla komşu mahalledeki okul verdiği eğitim arasında fazla bir fark yoktur.” (Sahlberg,2011) Finlandiya’daki eğitim başarısının altında yatan nedenlerin başında bu durumun geldiğinden bahsetmezler.

Hangi bilginin kime ne derecede verileceğini, “Tarihsel süreç içerisinde genel eğitimin önce bir hak değil, bir yükümlülük olarak doğduğunu görüyoruz. Çünkü kişinin değişen siyasal düzene uyum sağlaması, ancak bu yeni düzenin değer ve normlarını öğrenmesiyle yani yurttaşlık eğitimi ile olanak kazanır. (Dr. Niyazi Altunya), “Okulun işlevi, topluma hükmeden sınıfla birlikte belli aralıklarla değişime uğradı. Fakat ahlak, okulun temel öğretilerinden biri olmayı sürdürdü. Ta ki günümüze, bireysel ve toplumsal ilişkilerin ahlaki kurallar gerektirmediğini iddia eden neoliberalizmin egemenliğine kadar. Okul, artık eski itibarına sahip değil, çünkü okulun kurucu ilkesi ahlak ve felsefenin yerini piyasa kültürü aldı. Piyasa, maddi karşılığı olmayan, satışı yapılamayan düşünce ve davranışlardan boşalan yeri dinle doldurdu. Toplumsal ilişkilerin hangi ilkelere dayanacağı ve hangi yöntemlerle düzenleneceği okulda belirlenir. Bu nedenle egemen ideoloji ilk fırsatta okulun, bireyin kamusal alanda işine yarayacak bilgi, davranış ve becerileri kazandıran tarafına saldırır. Okulu ele geçiren İslamcıların ilk önce sosyal içerikli derslere yönelmiş olmalarının nedeni budur. Eğitimin kime hizmet etmesi gerektiğine karar verirken siyasal bir karar vermiş oluyoruz. Özel okullar Türkiye toplumunu sınıf, kültür, etnik ve dini topluluklara ayırıyor. Devlette aynı şeyi yapıyor; farklılıkların birbiriyle etkileşerek ortak kültüre dönüşmesi, toplumun özgürleşmesi elbette devletin arzu ettiği bir sonuç değil. (Ünal Özmen) Diyerek bilginin sınıfsal ilişkisini dile getirmektedirler.

Bilginin gerçek olup olmadığı veya kimin işine yaradığı en güzel anlatan felsefi yaklaşım: “asıl önemli olan, nesnel dünyanın yasalarının anlaşılması ve böylece dünyayı açıklayabilecek gücün kazanılması değil, nesnel yasalar üzerine elde edilen bilgileri uygulayarak dünyayı fiilen değiştirmektir” yaklaşımıdır. Doğada olsun, toplumda olsun, her süreç, kendi iç çelişkileri ve mücadeleleri yoluyla ilerler ve gelişir. Toplumsal pratikte meydana gelme, gelişme ve yok olup gitme sonsuz olduğuna göre, insan bilgisinde de meydana gelme, gelişme ve yok olup gitme sonsuzdur. Toplumdaki başlıca değişmeler, toplumdaki iç çelişkilerin, yani üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkilerin gelişmesiyle olur. İnsan bilgisi genelden özele ve özelden genele doğru diyalektik bir bütünlük içinde gelişir ve gitgide daha fazla derinleşir. En önemli şey somut şartların somut tahlilini yapmaktır.

Yusuf ŞENOL